Türkiye’nin en büyük yüzölçümüne sahip ili Konya’dayız bugün. Konya Anadolu’yu baştan başa geçen büyük yol İpek Yolu üzerindeki en büyük duraklardan biridir. Şehir, Orta Anadolu’nun güneyine yakın bir yerde, rakımı 1080 metreye ulaşan büyükçe bir tepe olan Alaeddin Tepesi eteklerinde kurulmuş.
Orta Anadolu’da günümüzden 9 bin önce yerleşim yeri olmuş Konya Çumra Çatalhöyük, dünyada ilk defa yemek kültürünün başladığı, tarımın yapıldığı, ateşin kullanıldığı, yerleşik hayata geçildiği ve vahşi hayvan saldırılarına karşı ortak savunmanın yapıldığı merkez olarak tanınır.
Anadolu Selçukluları’na başkentlik yapan, ilim, kültür ve sanatta dönemin ünlü alimlerini, filozoflarını, şairlerini, mutasavvıflarını, hocalarını ve diğer sanatkârlarını bir araya toplamış bir kent olan Konya, âdeta bir açıkhava kültür müzesi gibi.
Konya’ya gelir gelmez, Mevlânâ ve Şems ile ilgili okuduğum kitaplar geçti gözümün önünden birer birer. Sonunda Mevlânâ’nın yaşadığı şehri gezdirmeden önce size biraz Mevlânâ’dan bahsedeyim.
Hz. Mevlânâ küçük yaşta, sağlığında “Bilginlerin Sultanı” ünvanını almış babası Bahaeddin Veled’in Konya’ya yerleşmesi ile şehre gelmiş. Burada yerleşmiş, evlenmiş, aile kurmuş ve yaşamını burada geçirmiş.
Bilginlerin Sultanı vefat edince, talebeleri ve müritleri bu defa Mevlânâ’nın etrafında toplanırlar ve onu babasının tek varisi olarak görürler. Gerçekten de büyük bir ilim ve din bilgini olan Mevlânâ, babasının yerine İplikçi Medresesi’nde vaazlar vermeye başlar. Medrese kendisini dinlemeye gelenlerle dolup, taşar.
Mevlânâ Celâleddîn-î Rûmî’nin kendini bilmeye ve aşka dayanan felsefesi yüzyıllar boyunca bütün dünyayı etkiler ve de etkilemeye devam edecek. Yaşamını “hamdım, piştim, yandım” sözleri ile özetleyen Mevlânâ, ölüm gününü doğuş günü olarak kabul ediyor, ölüm gününe düğün günü veya
gelin gecesi manasına gelen “Şeb-i Arûs” diyordu. 17 Aralık pazar günü hakkın rahmetine kavuşan Mevlânâ, her sene Konya’da yapılan Vuslat Yıldönümü törenleriyle anılır. Eğer hayalinizde bir Konya turu var ise, özellikle aralık ayına denk getirmenizi öneririm.
Şehir merkezine gider gitmez bizim ilk durağımız Anadolu Selçuklu Devri çini işçiliğinde önemli yeri bulunan Karatay Medresesi 1955 yılında Çini Eserler Müzesi olarak açılan Karatay Müzesi oldu. Sonra doğruca Mevlânâ Müzesi’ne gittik. İşte o an vuslata erdik diyebilirim. Tekke ve zaviyelerin kapatılması sonrasında Mevlevi dergâhı olan, Türk ve İslam kültüründeki önemli yeri nedeniyle korunmuş ve müze olarak yeniden düzenlenmiş. Müzenin önünde muhteşem bir gül bahçesi mis gibi kokusuyla sizi içeri buyur ediyor.
Müzenin avlusuna “Dervişan Kapısı”ndan giriliyor. Avlunun kuzey ve batı yönü boyunca derviş hücreleri yer alıyor. Güney yönü matbah ve Hürrem Paşa Türbesi’nden sonra, Üçler Mezarlığı’na açılan Hamuşan (Susmuşlar) Kapısı ile son buluyor. Avlunun doğusunda ise Sinan Paşa, Fatma Hatun ve Hasan Paşa türbeleri yanında semahane ve mescit bölümleri ile Mevlânâ ve aile fertlerinin mezarlarının da içinde bulunduğu ana bina yer alıyor.
Avluda ise, Yavuz Sultan Selim’in 1512 yılında yaptırdığı üzeri kapalı şadırvan ile Şeb-i Arûs havuzu ve avlunun kuzey yönünde yer alan sersebil adı verilen çeşme ağırlıyor sizi.
Günümüzde en çok ziyaret edilen müzelerden biri olan yapıda en ilgi çeken parçalar ise, Mevlana Celalettin Rumi’nin Kubbe-i Harda (Yeşil Kubbe) olarak anılan türbesi, dergâh eşyaları, değerli el yazmalarının dışında bugünkü kemanların öncüsü olarak kabul edilen sekiz telli keman, sabır taşları ve Galileo’nun asıldığı dönemde astronomi dersleri vermek için kullanılmış olan küre.
Ne olursan ol gel diyen Mevlânâ, muhteşem müzesi ile âdeta sizi çağırıyor sevgili okur. Demedi demeyin. Dünya gözüyle görün.