Doğma büyüme Ankaralı olan ben, doğuda yaptığım mecburi hizmet bitişi, pek çok hekim arkadaşımla aynı kaderi paylaşarak daha önce hiç görmediğim bir şehre atandım: Adana. Bu hafta, yaklaşık 10 yıldır yaşadığım Adana hakkındaki gözlemlerimi sizlerle paylaşmak istedim.
Adana; Toroslar’ın güneyinde, Seyhan Nehri üzerine kurulmuş; Seyhan ve Ceyhan nehirlerinin yarattığı bereketli ovaları ve nemli havasıyla yaz-kış yeşil, ne ekersen biçeceğin verimlilikte toprakları olan, iki milyonun üstünde nüfusu; Türkiye’nin 15. büyük yüzölçümüne sahip şehri olarak yurdumuzun en önemli illerinden biridir. Ama bu tarz formal Adana bilgilerine çok kolay ulaşabilirsiniz; ben size çok daha farklı Adana gerçeklerinden bahsetmek istiyorum.
Türkiye’de yaşayan herhangi birini çevirip sorsanız Adana’yı, eminim en çok şunları duyarsınız: Adana sıcağı; kebabı, şahsına münhâsır Adana halkı: Adanalı kavramı.
Adana’ya ilk geldiğimde uçaktan indim; ‘aaa, uçağın motorunun ısısı nasıl da vurdu’ dedim, yanılmışım… O sıcak, motorun değil, bayaa Adana’nın günlük havasıymış!
Ben doğuda yaşarken Batman’da, Diyarbakır‘da 50 derece sıcakları gördüm ama kuru sıcakla; nemli nefes aldırmayan Adana sıcağı karşılaştırılamaz.
Ay anacım, ben böyle bir sıcak görmedim!! Duştan çıktığınız an bile sizi sırılsıklam yapan, klimasız yaşamanın nerdeyse imkansız olduğu, sizi âdeta ısıran bir garip sıcaktan bahsediyorum, yaşamayan anlamaz gerçekten!
Amaaa, yılın bu 2-3 şiddetli sıcak ayını geçirirseniz kalan her ay cennet gibidir Adana. Ocak ayında yemyeşil bahçenizde oturup kahvaltı yaparken, memleketin kardan kapanan yollarının haberini izleyebilirsiniz.
Yüce önderimiz Atatürk Adana’ya geldiğinde ‘bastonumu toprağa saplamıyorum, sanırım bu verimli topraklarda o bile tutar’ demiş; 1. Dünya Savaşı bitiminde Adana’ya gelerek Ulusal Egemenlik ve Bağımsızlık düşüncesi ve planını bu ilde; masmavi gözleriyle masmavi Seyhan Nehri’ne bakarak yapmıştır.
Bir kere Adana’da gözünüz yeşile, rengârenk çiçeklere alışır; kışı üşümeden; baharı keyifle yaşamanın zevkine varırsanız; ben gibi hayatı karasal iklimde geçmiş biri bile olsanız Adana’yı sever, kopamazsınız.
Hele ki Nisan ayında Adana’ya mutlaka gelmelisiniz. Nisanda Adana’da tabiat ana, baharı kutlamak için en güzel elbiselerini giyer; çiçeklenir; baş döndürücü portakal çiçeği parfümünü sıkar, hazırlanır ve festivale gelen konuklarını ağırlar.
Ben geçirdiğim ilk Adana nisanında; sabah işe gitmek için evden çıktım, arabadan indim ki, dünyanın en güzel çiçek parfümü yüzüme vurdu; şaka değil, gerçekten ‘kim geçtiyse gidip parfümünü sorayım’ diye etrafa baktım.
İlerleyen saatlerde her rüzgarda yüzüme vurunca anladım ki; o eşsiz koku portakal çiçeklerine aitmiş. Her yıl nisanda yapılan Portakal Çiçeği Festivali’nde; Adana, eşi benzeri olmayan korteji ve özgür eğlence ortamıyla, binlerce misafirini bu doğal güzellikleriyle, gururla ağırlar.
Adanalılar, yemeyi içmeyi, gezmeyi, hayatı seven keyifli insanlardır. Ben memur kenti olan Ankara’da insanların ailecek gidip lokantada, kebapçıda yemek yediklerini pek görmezdim.
Bu şehirde ise gerçekten, gelir seviyesine göre herkes dışarda; özellikle yazın güneş çekildikten sonra mâaile gidilen kebapçı, restoran, cafe her taraf full doludur ve yeme içme diğer büyükşehirlere göre çok daha ucuz, taze sebze meyveye ulaşma şansı çok daha kolaydır.
Adana deyince tabi ki kebap ve mangal kültüründen bahsetmeden olmaz. Haftasonu nehrin yanına üstten dronla baksanız, dumandan gerçekten yangın var sanabilirsiniz; mangalını kapan buralara, sayfiye yerlerine koşar.
Ben Adanalılar’ın mangal yellemekten ellerinin mutasyona uğrayıp ileri kuşaklarda el parmak aralarının perdeli olacağını düşünüyorum.
Bu arada yemeyi seven dostlarım, başka şehirlerde ‘Adana kebap’ diye yediğiniz şeylere itibar etmeden Adana’da sokaktaki bir tablacıda bile yediğiniz muhteşem lezzeti tatmadan kebap yedim demeyiniz!
Benim yine burada gördüğüm başka bir yemek mevzusu; sokak tatlıcıları… Adana halkı, arabasını durdurup iniyor, satıcının o an pişirdiği sıcak halka tatlısından tek tek yiyip, yediği tane kadar ücret ödeyip yoluna devam ediyor.
Aşırı lezzetli de olsa bu sıcakta, böyle yağda kızarmış şerbetli ağırca bir tatlının zaten su ihtiyacı çokken yenmesi geleneği bana ilginç gelmişti, söylemeden geçemedim.
Yerel lezzetlerden, buzlu bi çeşit su helvası ‘bici bici’, ve şerbetli buz rendesi ‘karsambaç’ı da ilginç lezzetleri sevenlere tavsiye ederim.
Adana mutfağı içli köftesi, baharatlı yemekleri, sokak börekçileri ve daha birçok mükemmel tatlarıyla başlı başına bir yazı konusu olup başka bir gün, tariflerle ayrıntılı yazma planım var inşallah.
Adana halkı yemeyi, gezip eğlenmeyi sever deyince gözlediğim şu ayrıntıdan da bahsetmek istiyorum: Adana’da kız kıza gecenin bi vakti dışarı çıkabilir, gönlünüzce eğlenir, istediğinizi giyebilir, istediğinizi içebilirsiniz; kimse kimseye karışmaz, yargılamaz, tâciz etmez! Her şehir gibi, daha dikkatli olunması gereken muhitlerinden bahsetmiyorum tabi!
Bir de piknikçilerin arasında dolaşırsanız şöyle bir güzellik vardır: bir aile rakı masasındayken yan ailenin türbanlı teyzesi namazını kılar, kimsenin birbirinin yaşam şekli, inancı, inançsızlığı ile ilgili bir sıkıntısı yoktur; sonra birbirlerine çay ikram edip hep birlikte muhabbetle içerler!
Onlarca etnik grup, ayrı mezhep, ayrı din ve inançla yorulmuş kültür mozaiği cennet yurdumun her yerinde insanlar böyle yaşasa ya da çıkarlar uğruna ayrıştırılmadan yaşama hakkı verilse; ne güzel olurdu değil mi dostlarım?
Ama inanıyorum ki güzel memleketimde akıl, bilim, ilim cehaleti yok edecek, önyargılar iyilik ve muhabbetle yıkılıp herkes tek bayrak, tek yürek hâlinde demokrasi çatısında, inançlara hak ve özgürlüklere saygıyla birleşecek; bir bilim ve Cumhuriyet kadını olarak tüm inancım ve çabam bu yönde olacaktır. Neyse, yine coştum; Adana gezimize devam edelim.
Eminim çoğunuz sorulsa ‘Adana’da deniz, plaj yoktur’ dersiniz, yanlışş!! Çünkü aslında Yumurtalık ve Karataş ilçelerinin çok da güzel sahilleri, plajları mevcuttur.
Özellikle Yumurtalık’taki mavi bayraklı plajlar, denizin ortasındaki tarihî kale mevcudiyetiyle mistik ve tertemiz bir denizde, size ailenizle birlikte çok da güzel ve hesaplı bir tatil fırsatı yaratır.
Adana merkezine 45 km uzaklıktaki bu plajların; siyasî rant içerikli davalarla ulaşım ve turizm yönünden desteklenmemesi, aslında bu kentin bir şanssızlığıdır.
Okuduğum kadarıyla; Seyhan Nehri ve Baraj Gölü yatağı biraz derinleştirilebilse ve siyasi engeller aşılsa; bu muhteşem manzara ve içerikteki doğa harikaları da halk tarafından kullanılabilecek hâle getirilebilirmiş, ama…
Birkaç yıldır düzenlenen nehir civarındaki yollar, bisiklet yolları, piknik alanları, gondol gezileri vs. ile ve gerekli yatırımların yapılmasıyla eminim bu şehir her açıdan stratejik önemine kavuşacaktır.
Eveet Adana halkı gözlemlerime devam! Şimdi ben etrafı gözleyip yazmayı, hikayeleştirmeyi çok seven bir hunili doktor olarak Adana benim için bir cennet!
Çünkü sıcaktan mı, nemden mi bilmiyorum, yurdun her yerinde bilinip kabullenilen bir ‘Adanalıyık, Allah’ın adamıyık!’ gerçeğini yaşayan, yaşatan bir değişik ama çok eğlenceli, düşündüren, koparan, şahsına münhâsır ve benim gerçekten çok sevdiğim bir insanı var Adana’nın.
Misâl, Ankara’da durum şudur ki, herşey formaldir, daha kuralcıdır, insanlar kravatını takar işine gider, gelir, pijama terlik televizyon yaşar gider, etliye sütlüye karışmaz; yolda derede olur da bir karışıklık, arbede görürse uzaklaşır.
Adanalı ise kalkar, kahvaltıda ‘ciğerini’ yer, işi için yola koyulur; yolda bir karışıklık, arbede mi gördü; işi gücü bırakıp oraya doğru koşup, konuyu bilmesinin hiçbir önemi olmadan o da tekmesini yumruğunu sallar, döver dövülür, hiçbişey olmamış gibi işine gider!! Şaka yapmıyorum gerçekten durum bu ve Adana Adliyesi’nin ünü de, burada görülen davaların çok ve çeşitli oluşu da bundandır!
Geçen yıllarda Adana’da camide cuma namazında ‘ben canlı bombayım’ diye üstündeki kabloları gösteren şahsın, hep birlikte dövülmesi; sıcaktan kendini çaresiz hissedip kızan birinin güneşe ateş etmesi ve daha nice olay işte Adanalılar’ın bu kendine has özelliklerinden olsa gerek!
Ne olursa olsun, yurdun herhangi biyerinde: bir taraftan elini tişörtünün altına sokup çıplak tenine göbeğine şaplak atarak: ‘gardaş bahele, benim burdan aldığım haşurtman kıçıma uymadı bilüyün mü; turbaya kattım getirdim, canımmmsın bi deniştir onu haaa bide bakele aboooov bu dışarda anarya parkeden aracı görüyün mü, senin tabelana çarptı, sen haşurtmanı deniştirken ben bi onu dövüp geliyim’ diyen birini görürseniz (çeviri: kardeşim bakar mısın, burdan aldığım eşofmanı denedim olmadı, değiştirmek istiyorum, bu poşette; hay allaah!!, geri geri parkeden araç tabelanıza çarptı siz değiştirirken ben gidip onu uyarayım) diyen birini görürseniz bilin ki o kişi sıcacık memleketin sıcacık insanıdır, Adanalı’dır.
Yalnız Adanalı dostlarım sakın yanlış anlamasın, amacım onları kaba, kavgacı birileri olarak göstermek değil ki, Adana gibi birçok ince ruhlu, koca yürekli sanatçıyı yetiştiren bu topraklara, ayrıca kültür ve sanata yaptığı katkılardan ötürü tüm Türkiye minnettardır.
Yaşar Kemal, Yılmaz Güney, Muzaffer İzgü, Ali Özgentürk, Orhan Kemal, Şener Şen ve daha nice önemli yazar, sinemacı, yönetmen; hepsi o muhteşem eserlerini bu topraklarda, ‘Adanalı ruhu’yla oluşturup bizlere hediye etmişlerdir.
Bir Ankaralı gözünden, Adana gözlemlerim şimdilik bu kadar dostlarım ama sizleri sıkmak istemeyip yazımı burada kessem de; daha bahsetmek istediğim ayrıntıları ikinci yazıma saklıyorum.
‘İnsan beynini, yüreğini nereye, nasıl götürürse; orayı da öyle yaşar.’ Dünyanın en güzel, medeni kentinde mutsuz da; en ücrâ köşesinde mutlu da olabilirsiniz. Ben mecburi hizmet için gittiğim Batman’da da mutluydum; ikinci memleketim olan Adana’da da çok mutluyum, inanın memleketimizin her yanı ayrı güzel, her insanı, her kültürü ayrı mükemmel; ‘bakmasını, görmesini, yaşamasını, sevmesini bilene’ tabi!
Yazımı okuyan herkese Adana’dan kucak dolusu sevgi ve saygılarımı yolluyor; bahsettiğim ayrıntıları dışında; gezilecek görülecek pek çok tarihî mekânı, çarşıları, müzeleri, doğal güzellikleri olan Adana’ya hepinizi davet ediyorum, buyrun kebap yiyip şalgam içip keyfimize bakalım efendim…